– Efendim, buyurun. Batı medeniyetinin kendine köken olarak aldığı Helen Mitolojisine hoş geldiniz.
– Hoş bulduk. Şiddetinizin çok meşhur olduğunu duyduk. Bir defa gelen tekrar geliyormuş. Biz de birer şiddet rica edecektik.
– Tabii efendim. Buyurun oturun. Nasıl olsun şiddetiniz? Ne tür şiddet istersiniz yani?
– Ne tür mü? Biz çeşitleri olduğunu bilmiyorduk. Neler var acaba?
– Efendim siz oturun, ben size birer menü getireyim. Yoksa saymakla bitmeyecek. Kafanız karışmasın. Siz menüyü okurken ben de size çeşitleri tanıtırım.
Evet, tekrardan hoş geldiniz diyerek menüyü tanıtmaya geçiyorum. ‘Başlangıç’ olarak, her şeyin ilkini, tanrıların egemenlik mücadelesini öneriyorum.
Efendim, efsaneyi bilirsiniz sanıyorum. Kısaca özetlemek gerekirse; başlangıçta Gaia (toprak ana), parthenogenesis (eşeysiz üreme) olarak birçok çocuk doğurur. Sonra bu çocuklardan birisi olan Uranos ile birlikte olur ve bu birliktelikten öncelikle altı erkek ve altı kadın Titan dünyaya gelir. Kronos, bu titanların en sonuncusu ve en kurnazıdır. Uranos ile Gaia birleşmeye devam eder. Tepegözler, Yüzkollular derken, dünya çeşitli tanrısal yaratıklarla dolar. Baba Uranos -kalabalıktan sıkıldıysa demek ki- çocuklarını yeryüzünün en karanlık çukuru Tartaros’a atınca Gaia öfkelenir ve küçük oğlu Kronos’u babasına karşı kışkırtır. Gece vakti; Uranos, Gaia’yı sarmaya gelince, libidonun zirveye vardığı anda, bizim oğlan saklandığı yerden çıkarak, elmas bir orak ile babasının cinsel organını biçer. Toprağa düşen kanlar ve spermler, canavarlar doğururken, denize düşenler ise güzellik, aşk ve cinselliğin tanrıçası Aphrodite’in doğumuna yol açar. Buyurun efendim, aile içi şiddet, darp, adam yaralama, siyasi şiddet, ne ararsanız var. Hatta fark edeceğiniz üzere, bu hikayeye göre, cinselliğin kökeni bile bizzat şiddet.
Başlangıç servisimiz daha bitmedi tabii, merak etmeyin ürünlerimiz doyurucudur. Siz tamam, yeter(!) deyinceye kadar getirmeye devam ediyoruz.
Bizim baba katili, malum egemenliği ele geçirdi, babasından ne gördüyse öyle yapacak. Kız kardeşlerinden birisi ile evlenip, o da çocuk yapmaya başladı tabii. Bu birleşmeden, anlı şanlı üç erkek üç de kadın dünyaya geldi gelmesine ama Kronos bu çocukları doğar doğmaz yutuyor. Neme lazım? Ya onun babasına yaptığı gibi, çocukları da ona isyan ederse, değil mi? Bu duruma kızan, çocukların annesi Rhea, son doğan oğlu Zeus’un yerine, bir taşı kundaklayıp verdi Kronos’a. Kronos da hop indiriverdi mideye. Hikayenin devamı malum: Yutulmaktan kurtulan oğlan, uzaklarda büyüyüp dönecek, kardeşlerini, amcalarını, teyzelerini -yani önceki iktidarın kurbanlarını- toplayıp devr-i sabık yaratacak ve böylece iktidarı ele geçirecektir. Buyurun efendim; ensest, çocuk istismarı, siyasi şiddet, kan, revan, savaş… Tekmili birden, bu öyküde.

Joachim Wtewael, 1600.
– Efendim, müsaade ederseniz ‘ara sıcaklara’ geçelim. Aslında başlangıç menümüzde; insanın yaradılışı olsun, tüm insanları soy soy öldürmek olsun, bir tufan yaratarak hepsini boğmak olsun, daha çok çeşidimiz var ama ilk defa geliyorsunuz, hepsi size ağır olur. Bence bu yeterli.
– Ara sıcaklarımız da oldukça zengin. Ayrı başlıklar halinde çok seçenek bulabilirsiniz. Bakın mesela ilk başlığımız tecavüzler. Bu başlığın altında; tanrılar-tanrıçalar arasında, tanrı/tanrıçalar ile insanlar arasında ve sadece insanlar arasında olmak üzere üç çeşidimiz var. Hepsi de çok doyurucudur efendim, vallahi inanmazsınız, doymak ne demek? Gına getirir.
Mesela, Apollon’un Daphne’ye tecavüz girişimi, hafif bir giriş olarak fena olmaz. Biliyorsunuz, zavallı kadıncağız tecavüzden kaçmak için ağaca dönüşmüştü. İsterseniz daha ağır bir giriş de yapabiliriz. Size bir Zeus tabağı yaptırabilirim. Tecavüzün her çeşidi var içinde: Hamile bırakıp yuttuğu Metis, yağmur olarak yağıp hamile bıraktığı Danae, boğaya dönüşüp kaçırdığı Europa, kuğu kılığında yanaştığı Leda, hamileyken yanmasına sebep olduğu Semele; üstüne birer Demeter, Leto, biraz da resmi eş Hera. Az az ekliyorum hepsinden. Tabii en üste, oğlanların en güzeli olduğu için kaçırılan ve tüm hayatı boyunca tecavüzcüsüne hizmet etmek zorunda bırakılan Ganymedes koymazsak olmaz. Ya, bu Zeus tabağı çok ağır olur derseniz, karışık yaptırayım. Karışık da seçeneğiniz çok, fazla ağır da sayılmaz. Biraz Hades ile Persephone, biraz Kassandra, biraz Polyksena, biraz da Dionysos ile Aura ekledik mi tamamdır. Hadi afiyet olsun. Üstelik sonuncusunun içinde alkol de var. Malum Dionysos; tabii ki önce sarhoş edecek, sonra tecavüz edecek.
Efendim, bu kadar da olur mu, bunlarda hiç insanlık yok mu demeyin. Ne dedik yukarıda? Tecavüz öyle ki, gına getirir! Getirdi değil mi?
Diğer ‘ara sıcak’ başlığımız kahraman şiddeti. Bu başlık, ‘ana şiddet’ öncesi alınabilecek en hafif menümüz. İçinizden çoğu zaman kahramana hak vereceğiniz için hazımsızlık yaratmıyor. Gönül rahatlığıyla tüketebilirsiniz. İlk olarak Theseus tabağımız var. Bu tabağımız ustaca hazırlanmış, tüm şiddetler oldukça dengeli şekilde düzenlenmiştir. Önce biraz, kahramanın Atina’ya giderken yolda yaptıklarından koyuyoruz: Mesela, gürzle öldürülen Periphetes, çam ağacına bağlanıp fırlatılan Sinis, kayalıklardan denize fırlatılan Skiron, sıkarak öldürdüğü Kerkyon, yatağa bağlayıp kestiği Polypemon gibi. Sonra biraz akraba cinayeti ekliyoruz: Amcası Pallas ve onun elli oğlundan en az yirmi beşi tabakta yerini mutlaka alıyor. Sonra üstüne bol soslu Minotauros’u da ekledik mi tamamdır. İsterseniz aynı şekilde özenle hazırlanmış Herakles tabağı, Perseus tabağı veya kurnaz Odysseus tabağı da alabilirsiniz. İçlerinde; at adamlar, deniz canavarları, ejderhalar, tepegözler, taşa dönmüş insanlar, akrabalar, hatta kendi kendine yanma bile var. Yok, yok resmen.

Efendim üçüncü “ara sıcak” başlığımız diğerlerine göre biraz pahalı, çünkü ‘terbiyeli’ bir ürün olduğu için anlık lezzetinin yanında, uzun yıllar geçse bile etkisi devam ediyor. Tanrısal cezalar olarak kategorize ettiğimiz bu ürünler de oldukça çeşitli. İstemediğiniz kadar alt başlığı var. Bir grubu, aynı tecavüzler gibi listeleniyor; tanrılar/tanrıçalar arasında, tanrı/tanrıçalar ile insanlar arasında ve sadece insanlar arasında. Diğer grubun listesi ise; öfkeyle verilenler, ibret olsun diye verilenler, acizlikten verilenler, hatta sırf verilebildiği için verilenler gibi dallanıp budaklanıyor. Yine bir başka grup; sonsuz cezalar, psikolojik cezalar, fiziksel cezalar, işkence cezaları, başkalaşım geçirtme cezaları gibi iyice ayrışıyor. Dediğim gibi, sayamayacağınız kadar çeşidimiz var. Ayrıca söylemeliyim, bunları karışık olarak veremiyoruz maalesef. Tatları birbirine karışıyor, bir özelliği kalmıyor.
– Bazılarını tek tek sayıyorum, siz beğendiğinizi seçin. Hepsini sayamam kusura bakmayın. Benim nefesim yetmez, sizin de vaktiniz.
Önce ceza olarak öldürülüp sonra ölüler ülkesinden kaçınca cezası katlanan ve sonsuza dek bir kayayı yokuş yukarı ittirmek zorunda kalan Sisyphos. Önce ölümsüzlük iksiri içirilip, sonra bir tekerleğe bağlanıp yakılan, sonsuza dek yanıp dönmek zorunda kalan İksion. Dokunduğu her şey altına dönen, üstelik kulağı da eşek kulağı gibi olan Midas. Dünyanın yükü omuzlarında olan Atlas. Derisi yüzülen Marsyas, ki adamcağızın tek suçu saz çalmaktı biliyor musunuz?

Prado Mzesi, ispanya.
Efendim sonra, tüm çocukları öldürülünce ağlamaktan taşa dönen Niobe. İşini iyi yaptı diye örümceğe döndürülen Arakhne. Varlık içinde yokluk çeken Tantalos… Ay, sayarken yoruldum vallahi. Kendi ailesindeki sarhoş kadınlar tarafından parçalanan Pentheus. Atina’da, şaraptan çıldırıp komşularını öldüren adamlar, beyazlar giyip kendini asan kadınlar. Gemileri bir asma kütüğüne döndüğü için denize düşüp yunusa dönüşen korsanlar (sizi gidi sizi, hemen anladınız, bu son birkaç tanesi alkollü üründür).
Durun daha bitmedi. Geyiğe dönüştürülüp kendi köpeklerine parçalatılan Aktaion. Çocuk doğurur doğurmaz bir turna kuşuna dönüştürülen Pigme kadını. Delikli maşrapaya su doldurmakla ömrü geçen Danaos’un kızları. Hasır ip ören, ipin ucunu eşeği kemirdiği için örgüyü sonsuza dek bitiremeyen Oknos. Zeus’un tecavüzüne uğrayınca -her zaman olduğu gibi tecavüz edenin değil de edilenin cezalandırılması nedeniyle- ineğe dönüştürülen İo ve ayıya dönüştürülen Kallisto. Bu son ikisinden birine sinek musallat edilir ve diyar diyar gezdirilir, diğerine de oğlu tarafından öldürülmek düşer, ne yazık ki.
Kendinden başkasını sevemeyen Narkissos. Yüzünü görenler taşa döndüğü için kimseyle beraber olamayan Medusa. Ağaç kestiği için sonsuz açlıkla cezalandırılan ve sonunda açlıktan kendi bedenini yiyip yok olan Erysikhton…
Tükendim vallahi. Artık sayamayacağım çünkü say say bitmiyor. Neyse, en önemlisini de atlamak olmaz, onu da ekledim mi, bence tamamdır. Veeee tabii ki buranın en popüler ürünü; zincirlere vurulup ciğeri kartallara yedirilen Prometheus. Garibimin ciğeri kendini yenilemese, ölüp kurtulacak ama ölemiyor bir türlü. Eh, bu ürünün, aynı zamanda içlerinde en pahalısı olduğunu da söylemem lazım.
Ne oldu, seçebildiniz mi? Hah, bir de unutmadan bir ekleme yapayım, Tantalos’u ve Niobe’yi ayrı olarak, ‘ana şiddet’ menüsünde de alabiliyorsunuz. Malum, o meşhur lanetli ailenin birer üyesi oldukları için orada da az az varlar.
‘ANA ŞİDDET’ MENÜMÜZ SADECE İKİ SEÇENEKLİ
– Efendim buraya kadar olan kısımdan tercihinizi yaptıysanız, sıra geldi ‘ana şiddete’.
‘Ana şiddet’ menümüz sadece iki seçenekli. Ama merak etmeyin, ikisi de aşırı zengin. İçlerinde mutlaka, şimdiye kadar saydıklarımızın en az birer benzeri bulunuyor. Acısı, ekşisi, dramı dolu; üstelik bol tuzlu gözyaşı da cabası. Ancak öncelikle uyarayım, bunlar kişiye özel değildir. Masaya ortak olarak getirilir. Sunumu, karışık şiddet veya şiddet tepsisi olarak da isimlendirebiliriz. Efendim, hiçbirisini tek kişi kaldıramaz, birlikte tüketeceksiniz, o yüzden ne istediğinize birlikte karar verin lütfen.
İlk seçeneğiniz, lanetli aile. Şiddetin her türlüsünü bulabileceğiniz bu ürünümüz, devamlı sürprizlerle dolu olduğundan asla tahmin edilemez bir yapıya sahiptir. Şiddetin nereden çıkacağı, kime nasıl uygulanacağı, karşılığında ne olacağı falan hep muamma. Yaşadıkça görüyorsunuz.
Farklı aile seçeneklerimiz olmakla beraber, işletmemizin meşhur olmasının asıl sebebi olan, Pelopsoğullarını yani nam-ı diğer Atreusoğullarını öneririm. Kökleri yüzyıllar öncesine dayanan bu şiddet sarmalını hiç bıkmadan tüketebilirsiniz. Müşterilerimizin çoğu buraya, sırf bunun için gelir.
Efendim, tepsimizin içindeki şiddeti kabaca tanıtayım. Sypilos (Manisa) kralı Tantalos’u tanır mısınız? Kendisinin bir ayağı yerdeyken, diğeri göktedir. Krallık vazifesinin yanında, aynı zamanda Olympos’ta, tanrıların çeşnicibaşısı olarak görev yapmaktadır. İlahların arasında takıla takıla, affedersiniz bir yerleri kalkar. Hem dedikoducu hem de kibirli birisi olur. Önce, o sofrada duyduklarını gelip insanlara anlatır, sonra da başlar böbürlenmeye. O kadar abartır ki kendisi olmasa, tanrıların-tanrıçaların aç kalacağından, aralarındaki düzenin bozulacağından, işlerin hepten karışacağından dem vurup durur. Söylediklerine kendisi de inanınca, işi iyice abartır. Vazgeçilmezliğini, önemini kanıtlamak için de öz oğlu Pelops’u kesip tanrılara yemek yapar. Saflar, nereden bilecek ki? Önlerine ne koysan yiyorlar.
Şimdi, sahneyi biraz Hollywoodlaştıralım. Yüce Olympos’un doruklarında, sisler içerisindeki bir sarayın, büyük ve gösterişli ana yemek salonundayız. Tüm tanrı ve tanrıçalar orada. Ortada bir etli pilav. Etleri Pelops’tan tabii. Arkada kapının orada, Tantalos bıyık altından gülüyor. Ancak unuttuğu bir şey var, masada oturanlar ilah. Birden sahne donuyor. Zeus, her şeyi durduruyor. Zaten tanrıların hiçbiri tek lokma yememiştir, değil mi? Zeus, Pelops’u yeniden yaratıyor ama o da ne? Oğlanın köprücük kemiği eksik. Artık, aynada kendi güzelliğine bakmaktan gözü hiçbir şey göremeyen Aphrodite mi, yoksa kızının üzüntüsünden sofrayı bile göremeyen Demeter mi bilinmez, bir tanesi bir parça eti kemiğinden sıyırıvermiş işte. Neyse, eksik parçayı da fildişinden yapıp koyduk mu tamamdır. Eskisinden bile daha iyi oldu işte. Pelops, gerisin geri Manisa’ya, babasının yerine tahta oturmaya giderken, budala Tantalos da dosdoğru bizim Yamanlar Dağı’ndaki Karagöl’e gönderilir. Efendim, gölün suyu tatlı mı tatlı, etrafındaki meyve ağaçlarının dalları da meyveden yıkılıyor. Eh, Tantalos zaten tanrıların sofrasından içki, yemek aşıra aşıra ölümsüzlüğe kavuşmuş. Ne güzel hayat, değil mi? Yahu, böyle ceza mı olur demeyin. Çünkü kral, ne zaman su içmek için eğilse, sular çekilecek; ne zaman bir meyveye elini uzatsa, bir rüzgar gelip dalları yükseltecek. İşte, size günümüz psikoloji biliminden bir tanı: Varlık içinde yokluk, yani Tantalos Sendromu. Arkadaş, oğlunu kesip yemek yapmak da ne demek? Al sana, tüm insanlığa aktarılacak bir hastalığın ilk hastası olma onuru. Güle güle kullan.
– Efendim şiddet tepsimizin lezzeti daha başından kendisini belli etti değil mi? Durun durun, daha yeni başlıyoruz.
Oğlan dünyaya döndü, tahta oturdu ama ne demiş eskiler? Armut dibine düşer. Biz genetik miras desek de olur. Pelops, Olympia yakınlarındaki Pisa kentinin prensesi Hippodomia’ya gönül verir, onunla evlenmek ister. Ancak, kızın babası Oinomaus, damadı tarafından öldürüleceğini söyleyen bir kehanet almıştır. Bu yüzden, kızına talip olan herkese, kendisi ile ölümüne bir araba yarışına girme şartı koşmuştur. Pelops’tan önceki taliplerin sayısının on sekiz olduğundan ve kralın her öldürdüğü talibin başını, sarayındaki ahşap sütunlara koyduğundan bahsedilir. Pelops kurnaz; krallığın yarısını ve prenses ile ilk gece yatma hakkını, kralın sürücüsüne teklif eder. Sürücü de haliyle seve seve kabul eder. Yarıştan önce sürücü Myrtilos, metal dingilleri balmumundan yapılma sahteleri ile değiştirir. Yarış kızışır, at arabasının sürücüsü önde, kral arkada; tam da Pelops’un arabasına yetişip, onu kargısıyla öldürmek üzereyken tekerlekler yerinden çıkar ve kralın arabası parçalanır. Atlara tutunan sürücü kurtulurken, arkada sürüklenen kral ölür. Pelops, yarışın galibi olarak prenses ile evlenir. Sürücü Myrtilos’u da uçurumdan aşağı atar. Bizim hain sürücü düşerken, kendisinden daha hain olan Pelops’a lanetler saydırır.
TANTALOS VE PELOPS’UN YAPTIKLARI SOYUN KALANINA ÇOK KÖTÜ DÖNECEK
Evlilikleri boyunca, refahları hiç bozulmayan çift, sürücüyü ve ettiği lanetleri belki unutmuştur herhalde. Ancak çiftimizin ne on dört çocuğunun ne de bu çocuklardan olan torunlarının unutabildiğini sanmıyorum. Tantalos ve Pelops’un, yani iki nesil kötü karakterin bu yaptıkları, onların ölümünün ardından, soyun geri kalanına çok kötü şekilde dönecektir.
Efendim, olayları biraz hızlıca ileri sarayım. Pelops’un ikiz oğulları Atreus ve Thyestes, Olympia tahtını ele geçirmek için üvey kardeşlerini öldürür. Babaları da olaya karıştığını düşündüğü anneleri Hippodamia ile birlikte onları sürgüne, Mykenai kentine gönderir. Anne orada kendini asar. İki kardeş krallığı ele geçirir. Thyestes kral olur. Aralarında taht kavgası başlar. Atreus krallığı ele geçirir. Thyestes kardeşinin karısını ayartır. Atreus kardeşinin çocuklarını öldürür ve onlardan yemek yapıp kardeşine yedirir. Sonra Thyestes, ölen oğlunun eşi ile birlikte olur. Ondan Aegisthos adında bir erkek çocuk yapar. Bu çocuk gidip amcası Atreus’u öldürür. Off! Ne aile ama.
Durun daha bitmedi. Bu arada Atreus’un sadakatsiz karısı ile olan birlikteliğinden üç çocuk doğar. Bunlardan ikisi, meşhur Agamemnon ve Menelaos’tur. Kendileri ile bir sonraki ‘ana şiddet’ ürünümüzde, Troya Savaşı’nda, bir kez daha görüşeceğiz. Ancak şimdilik laneti sürdürmeye devam edelim.
Menelaos güzeller güzeli Helena ile Agamemnon da onun kız kardeşi Kyltamnestra ile evlenir. Helena Menelaos’u kendisi seçmiştir ama kız kardeşi Agamemnon ile zorla evlendirilmiştir. Hatta Agamemnon hem Kyltamnestra’nın ilk kocasını hem de ondan doğan bebeği öldürmüş, sonra zorla ona sahip olmuştur. Aile coştu bir kere, durmak bilmiyor.
Efendim sonrası malum. Helena kaçırılacak, Agamemnon ve Menelaos ordu toplayacak, ver elini Troya savaşı. Ama durun, orada başka bir şeyler daha oluyor…
Yine bir film sahnesi canlandıralım. Aulis limanında tüm gemiler toplanmış. Herkes savaş naraları atıyor ancak rüzgar öylesine kötü ki tek bir gemi bile burnunu limandan dışarıya çıkaramıyor. Kahinler, Agamemnon’un Artemis’in kutsal koruluğunda bir geyik avladığı için tanrıçayı kızdırdığını söyler. Agamemnon, karısına ve kızına haber gönderir. Kızıma talip var, hem de o talip, en büyük savaşçı Akhilleus, hemen buraya gelin ki düğün hazırlıklarına başlayalım, der. Anne ve kız, sevinçle Aulis kentinin yolunu tutarlar. Ancak orada, İphigeneia’yı bekleyen bir düğün değil, ölümdür. Büyük sunakta boynuna bıçak dayanan İphigeneia, arka planda haykırarak ağlayan annesi ve yukarıdan elinde bir geyik ile süzülen Tanrıça Artemis. Artemis, genç kadının ölmesine izin vermeyecek, onu alıp yerine kurban edilmek üzere bir geyik bırakacaktır. Arkadaş, tamam bu sefer tanrıçanın inayeti ile kurtuldun ama öz kızını, sadece bir savaş gecikmesin diye kesmeye çalışmak nedir?

Franois Perrier,
17. yüzyıl.
Troya Savaşı bölümünü, hikayemizin bütünlüğü açısından şimdilik atlayalım, önce gidelim savaşın sonuna, eve dönüş maceralarına bakalım ki ailenin laneti devam etsin.
HİÇ AKILLISI YOK BU AİLENİN!
Kyltamnestra, hem ilk kocası ve bebeğini öldürüp ona zorla sahip olduğu hem de kendi öz kızlarını kesmeye çalıştığı için kocası Agamemnon’dan nefret ediyor. 10 yıl süren savaş sırasında kendisine bir sevgili buluyor. Hatta kocası savaştan hiç dönmeyecekmiş gibi, sarayda, çocuklarının ve tüm ahalinin gözü önünde bu sevgilisiyle yaşıyor. Kim bu sevgili? Tahmin edene 10 puan. Sürpriiiz! Bir önceki nesilde, Atreus’u yani Agamemnon’un babasını öldüren kuzen Aegisthos. Hiç akıllısı yok bu ailenin!
Tüm bunların üstüne, Agamemnon savaştan dönerken, kendisine cariye-köle olarak, Troya prensesi Kassandra’yı da yanında getirmesin mi? Artık olaylar varabileceği son noktaya varmıştır. Kralın dönüşünün şerefine yapılan büyük ziyafet öncesi, kraliçe kocasına bir banyo hazırlar, çıkışta ona baş deliği olmayan bir bornoz verir. Kral, kafası karışmış bir vaziyette bornozu giymeye çabalarken, Kyltamnestra onu defalarca bıçaklayarak öldürür. Eh, ne demişler? Yok yok, ne ekersen, onu biçersin demeyeceğim. Şiddet ancak şiddeti doğurur diyeceğim.
Ben bir yerde durmak istiyorum ama bu lanetli sülale durmuyor. Kyltamnestra ile Agamemnon’un küçük oğlu Orestes, annesi babasını öldürdüğünde oldukça küçüktü. Sürgüne gönderildi ya da ailenin diğer fertleri tarafından korunmak amacıyla uzaklaştırıldı. Ne dedik az önce? Şiddet, şiddeti doğuruyor. O çocuk büyüyünce ne yapacak? Tabii ki hem tahtını geri almak hem de babasının intikamını almak için annesini ve onun sevgilisini öldürecek.
Efendim, öykümüzden burada yine bir ters köşe gelmesin mi? Artık tanrılar mı, mitleri yazanlar mı yoksa bu destanları yaratan kamuoyu mu bilinmez; birileri bu lanetten sıkılmış olmalı ki olaylar, öyle keskin bir bıçakla kesilmiş gibi değil de ağır ağır, ritim düşürerek, yavaşça son bulacak.

Bouguereau, 1862
Orestes kararsız, babasının intikamını almakla annesini bağışlamak arasında kalmıştı. Babasının katillerini öldürmek, bir oğulun göreviydi, diğer her şeyden önce gelen bir görev. Ama annesini öldüren bir oğul da hem tanrılar hem de insanlar için iğrenç bir mahluk olarak görülürdü. Kararsız genç, ne yapacağını danışmak için gidip Apollon’a dua eder. Tanrı da ona, annesini öldürmesini tavsiye eder. Evinin üzerindeki laneti çözmek için babasının intikamını alması, ancak anne katili olmak dahil, tüm bunların bedelini de kendi yıkımıyla ödemesi gerekmektedir. Orestes, gider annesini ve onun sevgilisini öldürür. Öç perileri Erynsler onu çıldırtır yani Türkçesini söylemek gerekirse, anne katili olmak ağır gelir. Gencin vicdanı, susmak bilmez. Büyük bir suçluluk duygusuyla, gezer durur. Tapınaklar arasında mekik dokurken aradan ne kadar zaman geçer bilinmez. Uzun yıllar sonra Orestes, hep dua ettiği Apollon’un yanında, bir sefer gidip Tanrıça Athena’ya da yalvarır. Bu gerçekten çok doğru bir karar olur. Zira Pelops’un soyundan gelen hiç kimse, daha önce böylesine asil bir eylemde bulunmamıştır. Bu olaydan sonra ne o ne de soyundan gelen hiç kimse, geçmişin karşı konulamaz gücü tarafından bir daha asla kötülüğe sürüklenmeyecektir. Böylece Orestes, Atreus Evi’nin lanetini sona erdirmiş olur. İstiklal marşı, kapanış.
Efendim gördüğünüz gibi birinci ‘ana şiddet’ ürünümüzde yok yok. Taciz, tecavüz gırla. Aklına esen çocuklarından yemek yapıyor. Kardeşini öldürmeyene, eşini aldatmayana, iktidar için şiddete başvurmayana, insan muamelesi bile yapılmıyor. Ensesti olsun, insan kurbanı olsun, bebek öldürmek olsun, her türlü şiddetin zirvesi burası; maşallah şeytan gelse, burada çırak çıkacak.
İKİNCİ ‘ANA ŞİDDET’ ÜRÜNÜMÜZ TROYA SAVAŞI
Gelelim ikincisine. Yukarıda da bahsedildiği üzere ikinci ‘ana şiddet’ ürünümüz Troya Savaşıdır. Zaten, şiddet deyince, akla ilk olarak savaşların gelmesine kimse itiraz etmez sanırım. Zaten tüm savaşlar, aslında şiddet kavramının yasallaştırılmasıdır elbette ama burası, adıyla sanıyla Helen Mitolojisi dükkanı olduğu için ve burada biz, sadece kendi yöremizin en nadide lezzetlerini servis etiğimiz için müşterilerimize iftiharla Troya Savaşı’nı sunuyoruz.
Uzun uzun açıklamaya gerek var mı bilemiyorum ama ben yine de ürünümüzü kabaca tanıtayım ki aklınızda bir soru işareti kalmasın.
Efendim, bu lezzetimiz iki ayrı işlemden geçerek hazırlanıyor. Bir taraf, tanrı ve tanrıçaların arasındaki bir aciliyeti çözmeye çalışırken demleniyor, diğer taraf da insanlar arasındaki bir paylaşımı çözmeye uğraşırken. Her ikisinde de şiddetten geçilmiyor evelallah.
Prometheus’u hatırlarsınız. Hani tanrılardan ateşi çalan Titan. Hani o, ciğeri kartallara yedirilen. İşte onu, kahraman Herakles bir gün gelip de zincirlerinden kurtaracak. Bizim Prometheus’un bir özelliği de geleceği bilmesi. Kurtulduktan bir süre sonra Prometheus, Baş tanrıça Hera’ya bir fal bakacak ve o falda bir kadına, Okeanos kızlarından biri olan Thetis’e dikkat çekecek. Kehanete göre, bu kadından doğacak erkek çocuk, kendi soyunun en güçlüsü olacak, hatta babasından bile daha güçlü olacak.
Kehaneti duyan Hera’yı alır bir telaş. Malum, Zeus çok çapkın. Uçan, kaçan, erkek, kadın fark etmiyor. Üstelik falda bahsedilen Thetis de hep burunlarının dibinde geziyor. Hanımefendi bir keresinde; küçük bir aile kavgası sonucunda esir edilen Zeus’u zincirlerinden kurtarmıştı, bir başka seferde, Hephaistos Olympos’tan düşünce ona bakıp yaralarını iyi etmişti. Aynı zamanda da Hera’nın yardımcılarından biri. Eyvah ki ne eyvah. Zeus’un bugüne kadar ona ilişmemiş olması bile bir mucize. Maazallah Zeus onunla birlikte olur, bir de buradan bir erkek çocuk dünyaya gelirse, bırak Hera’nın kocasını kaptırmasını, Olymposlar tümden iktidarı kaybedecekler, haberleri yok.
Hepsi kafa kafaya verip bir plan yapar ve Thetis’i bir an önce evlendirmeye karar verirler. Bu ilahi kadın hemen evlenmeli ancak bir ölümlüyle evlenmeli ki doğacak çocuk tanrılar için sorun olmasın. Varsın insanların en güçlüsü olsun. Eh onu da bir zahmet insanlar düşünsün.
Thetis’e eş olarak Peleus adında bir soyluyu seçerler. Adam da maşallah suç dehası. Sicilini yazdırsak sayfalar yetmez. Erkek kardeşini öldürmek, kendisini aklayan ve üstelik kızıyla evlendiren kralı öldürmek, sonra ona sahip çıkan bir başka kralın karısını ayartıp hor görmek, aynı çiftin kızıyla evlenmek, ilk karısının bunun üzerine intiharına sebep olmak, yeni eşinin ailesini öldürmek… Liste böyle uzayıp gider. Ama bu arkadaş, aynı zamanda da tanrıların sevgili bir dostu. Neden acaba?
Neyse efendim, işte Thetis’i bu Peleus ile evlendirecekler. Evlendirecekler de Thetis buna razı gelmiyor ki. Tanrısal bir varlık yani bir titan olarak, ne işi var alelade bir ölümlüyle? Evliliğin gerçekleşmesi adına damat adayımıza, gelin namzedini ikna etmesi için bir taktik verirler. Git kuytuya saklan, Thetis geçerken ona saldır, sıkıca sarıl, hangi şekle bürünürse bürünsün bırakma, evlenme sözü verene kadar dayan. Hey yavrum hey. Gel de şimdi, bu yüzyıldakilere hayır cevabının gerçekten hayır olduğunu anlat. Peleus taktiği alır, plan işlemeye başlar. Kuytuda sıkıştırılan Thetis, kaçabilmek için aslana dönüşür tırmalar, yılana dönüşür ısırır, binbir şekle girer ama nafile, kendisini bir türlü kurtaramaz ve nihayetinde çaresizce evlenmeyi kabul eder.
Düğün hemen kurulur. Kavga tanrıçası hariç tüm tanrılar ve tanrıçalar davetlidir. Malum bu düğünün acilen yapılması lazım, aman bir kavga çıkmasın. Fakat işler planlandığı gibi gitmez. Kavga tanrıçası gizlice düğüne gelir, oldukça öfkelidir. Üzerinde ‘en güzele’ yazan bir elmayı halay pistine atıp kaçar. Yandı gülüm keten helva! Aphrodite, Hera ve Athena birbirlerine girerler. Hepsi soluğu Zeus’un yanında alır. Söyle bakalım baştanrı, hangimiz en güzel? Zeus kaçın kurası? Hemen pası başkasına atar. Tanrıçaların en güzelinin kim olduğuna ancak erkeklerin en güzeli karar verebilir. İşte orası İda Dağı, Paris (Aleksandros) de orada yaşayan bir çoban. Hermes sizi götürsün. Sorunuzu Paris’e sorun…

Düğünü, Joachim Wtewael, 1612.
Bu arada, düğün arada kaynamasın; bu evlilikten, tanrısal Akhilleus’un (Aşil) doğacağını da unutmadan söyleyelim. Oraya sonra döneceğiz.
Hikayenin devamı bilindik. Rüşvetlerin arasından, Helena’nın aşkını seçen Paris, tanrıçaların en güzeli ünvanını da bu rüşvetin sahibi olan Aphrodite’ye verecektir. Olayın diğer koluna geçmeden önce, sağ tıklayıp, Hera ve Athena’nın öfkesini kaydedin. İleride kullanacağız.
Sıra geldi ikinci işlemimize. Tabii bu işlemler sonunda birleşecek ama ilkini nasıl satır satır izlediysek bunu da izleyelim.
Hani Zeus kuğu kılığına girmişti bir keresinde, Leda’ya yanaşmış ve onunla birlikte olmuştu. Zavallı Leda’nın kocası Tyndareos da aynı gece onunla birlikte olmuştu. Oldu mu size Biparental ikizler? Hem de iki tane. Zeus’tan Helena ve Polluks, Tyndareos’tan ise Kastor ve bahtsız kızımız Kyltamnestra.
Helena, henüz küçücükken bile o kadar güzeldir ki daha onlu yaşlarına gelmeden Atinalı kahraman Theseus tarafından kaçırılır. Tabii kahraman ile yoldaşı, Persephone’yi de kaçırmak için ölüler ülkesine gidip orada tutsak kalınca, bunu fırsat bilen abileri Kastor ve Polluks gelip Helena’yı kurtarırlar. Aile korkmuş. Kızlarının güzelliği başa bela. Her aklına esen gelip kaçırmasın diye, kızlarını evlendirmek istediklerini ilan ederler. Talipler toplanır. İleride Troya Savaşı’na katılacak ne kadar kral varsa oradadır. Akhilleus hariç. Zira o zaman Akhilleus henüz evlenme çağına gelmemiştir. Bu kadar alfa karakter bir yerde toplanır, hele bir de toplanma nedenleri eş seçimi olursa, tabii ki ortalık karışacaktır. Aralarındaki en kurnaz kişi olan meşhur Odysseus, baktı çarşı karışacak, ortaya akıllıca bir fikir atar. Evleneceği kişiye Helena karar verecektir. Ve buradaki her talip, bu seçime ve oluşacak evliliğe canı pahasına sahip çıkacaktır. Bu fikir, zamanın tüm krallarının telef olmaması için oldukça iyi duruyor değil mi? Seçimi kadın yapacak, herkes kabul edecek, ayrıca sonradan katakulli de yapmayacak. Üstelik bir oyun çevirmeye kalkışan olursa da herkes sanki kendi evliliği gibi bu birlikteliği canı pahasına koruyacak. Evet, o zaman için iyi olan bu fikir, yıllar sonra iki dünyanın birbirini öldürmesinin ana hazırlayıcısı olacaktır.
ÇOBANLIKTAN PRENSLİĞE TERFİ EDEN PARİS, HELENA’YI KAÇIRIR
Hem biraz ileri saralım hem de iki işlemi yavaş yavaş birleştirelim mi ne dersiniz? Helena, Menelaos’u seçer. Bu ikisi evlenir. Denizin batı yakası bu durumu -verdiği sözden dolayı- kabullenmiş. Ama ortada başka ve daha büyük bir söz var. Aphrodite’nin Paris’e verdiği söz: Helena’nın aşkı. Bizim çoban Paris, aslında, Troya Kralı Priamos’un bebekken ormana bırakılan oğlu çıkmasın mı? Buyurun cenaze namazına. Paris, çobanlıktan prensliğe terfi eder. Yurtdışı gezilerine çıkar. Menelaos’a konuk olur. Helena’yı görür; ikisi de denizde bir fırtınadaymış gibi elektrik yüklenir, yıldırımlar, şimşekler, çakar durur. Büyük bir yasak aşk başlar. Menelaos, bir akraba cenazesine gittiğinde, fırsatı gören Paris, Helena’yı kaçırır. Hikayenin devamını, zaten yukarıda Agamemnon’u konuşurken öğrenmiştik. Hızlıca savaşa gidelim o vakit.
Troya önlerindeyiz. Kentin dışında, acımasız, dev bir ordu, kentin içinde de korkmuş ama sinirli diğer ordu. Tam on yıl süren savaş. Nice yiğitler, gençler bir bir ölürken; hiç suçu olmayan kadınlar, yaşlılar ve çocuklar, kaçırılıyor, tecavüze uğruyor ve öldürülüyor. Agamemnon lider ister altın olsun, ister köle, isterse de cariye; ele geçirilen her şeyden aslan payını istiyor. Hani savaşın nedeni aşktı? Basbayağı herkes yağma ve servet peşinde. Bir de Akhilleus var. Savaş canavarı. Adeta bir makine gibi önüne geleni öldürüyor. Üstelik o olmazsa savaşı kazanamayacaklarını söyleyen bir kehanet de var. Bir de asi bizimkisi, anası titan babası da tanrıların dostu ya; otorite bilmez, laf dinlemez, başına buyruk.
Bir gün, esir edilen kadınların paylaşımı yüzünden, Akhilleus’un Agamemnon ile arası açılır. Bunun üzerine de ölüm makinamız savaşmama kararı alır. Ertesi sabah gün ağarıp da Troyalılar onu savaş meydanında göremeyince gaza gelirler. Malum kehanet, Akhilleus yoksa zafer Troyalıların. Bir saldırı başlatırlar, Agamemnon’un ordusunu gemilere kadar kovalarlar, hatta bazı gemileri bile yakarlar. Herkes yalvar yakar Akhilleus’un yanına gelir, ricacı olur ama nafile. Gözünü öfke bürümüş savaşçı, Nuh der peygamber demez.
Hikayenin devamında, kimine göre Akhilleus’un kuzeni, kimilerine göre ise erkek sevgilisi olan Patroklos, en azından savaşın kötü gidişatını durdurabilmek için parlak bir fikir ortaya atar. Madem Akhilleus savaşa dönmüyor, o zaman zırh ve silahlarını Patroklos giyip, sanki Akhilleus gibi davranıp savaş meydanına gelecektir. Düşmanın kısa tereddüdü bile, orduyu yenilgiden kurtarmaya yarayabilir. Akhilleus, milli duygular içerisinde, en azından bunu kabul eder. Patroklos, o kılıkla savaş meydanına girince, gerçekten de her şey düşündükleri gibi olur. Troyalılar, Akhilleus döndü zannedip panik yapar ve dağılırlar. Ancak, hiçbir plan kusursuz değildir. Troya tahtının varisi Hektor, bu zalim savaşa bir son vermek adına, çok korktuğu halde, Akhilleus sandığı Patroklos’a saldırır ve onu öldürür. Arkadaşının ölüm haberi Akhilleus’un çadırına geldiğinde neler olduğunu Homeros ustadan dinleyelim.
“…Akhilleus’u kapkara bir yas bulutu kapladı. İki eliyle aldı ocağın küllerini, döktü başının üstüne, kirletti güzelim yüzünü. Sonra uzandı boylu boyunca tozun toprağın içine, elleriyle çıkarıp kopardı, kirletti saçlarını…”
Homeros, İlyada
ÖFKESİ BİLENMİŞ AKHİLLEUS SAVAŞ MEYDANINA DÖNDÜ
Akhilleus hırs ve öfkeyle savaşa dönmek için can atar ancak ne zırhı ne silahı vardır. Gelir denizin kıyısına, annesine yakarmaya başlar. Thetis, oğlunun yakarışlarına dayanamaz. Soluğu demirci tanrı Hephaistos’un işliğinde alır. Eh, tanrımızın ona geçmişten borcu vardı değil mi? Yaralarını o iyi etmişti. Böylece, tanrılara layık yepyeni zırh ve silahlarla, öfkesi bilenmiş Akhilleus, savaş meydanına döner.
Arkadaşının ölümünün intikamını almaya çalışan Akhilleus, insanlığını kaybeder. Doğuştan yarı tanrı, yarı insandır ancak öfkelendiğinden, yemek, içecek veya uykuya ihtiyaç duymaz. Arkadaşının katilini takip ederken, çok sayıda Troyalıyı acımasızca öldürürken, Homeros onu insanlık dışı ve ayrım gözetmeyen yıkıcı güçlere (kasırga, orman yangını vb.) benzetir. Bir tanrı gibi, diğer iki tanrıyla (Apollon ve Aphrodite) bile doğrudan savaşacak kadar gözünü kan bürümüştür. Vahşeti tırmanır. Merhamet dilenen savunmasız bir adamı öldürür. Arkadaşının cenaze ateşine atmak için 12 genç Troyalıyı yakalar ve kurban eder. Anlaşma tekliflerini acımasızca reddeder: Arkadaşının katiline yemin edemeyeceğini ve söz veremeyeceğini söyleyerek, sonraki birebir dövüşlerde ölenlerin bedenini kendi halkına geri vermeyi bile reddeder. Yani kahramanlığın olmazsa olmazı, düello raconuna bile uymayı reddeder.
Katil, o kadar çok insan öldürür ki kanları Skamendros (Karamenderes) Nehrini kırmızıya boyar. Cesetler, nehirde set yapar; insan bedeninden barajlar oluşur. Bu vahşete ırmak tanrısı bile dayanamaz, öfkeden dolar taşar; girdaplar, anaforlar ve dev dalgalar oluşturup, uyarılarına aldırmayan Akhilleus dahil tüm işgalcileri önüne katıp sürüklemeye başlar. Neredeyse savaşın sonunu getirecektir. Ancak, olayın ta başından beri, öfkelerini bir bıçak gibi bileyip duran Hera ve Athena savaş meydanına iner, nehre karşı koymaya uğraşır. Fakat Skamandros, gemi azıya almış bir kere, Olymposluları kale bile almaz, tam onları da yutmak üzereyken, annesinin çığlıklarını duyan Demirci Tanrı Hephaistos, işliğinden çıkıp bir volkan gibi patlar; Irmak Tanrısı siner, dalgalar, anaforlar durulur. Ortada bir tek Akhilleus’un öfkesi, kanlı elleri kalır.

Kana susamışlık Akhilleus’u insanlığından tamamen uzaklaştırır. Nihayetinde, Hektor’u öldürür. İlyada’da bu anın acımasız şiddeti, şu cümlelerle dizelere dökülür:
“…Keşke seni kendim yiyebilseydim,” diye bağırır Akhilleus, Hektor’u mızraklayarak öldürürken. Kalbimdeki öfke beni, seni parçalara ayırmaya ve bana yaptığın her şey için çiğ çiğ etini yemeye sürükleseydi…”

Ama arkadaşının katilini öldürmek de öfkesini azaltmaz veya acısını dindirmez. Hala yemek yiyemez veya uyuyamazken, düşmanının cesedine durmaksızın saygısızlık eder. Anlaşıldığı üzere, şiddetli intikam, gerçekten düşmanlarına zarar vermekte ancak teselli getirmemektedir. Bu destanı okuyuncaya kadar, şiddetli misillemeyi, intikamı, bazen ahlaki olarak doğru görmeye meyilli olsak bile, Akhilleus’un deneyimindeki rahatsız edici gerçeği kabul etmeliyiz: Hiçbir intikamcı vahşet, ölen birini hayata döndüremez, acıyı azaltamaz veya bir yarayı açılmamış yapamaz. Öldürmek değil şefkat, sadece şefkat, insana bir miktar rahatlık verebilir ve onun, hayatına devam etmesini sağlayabilir.
Troya Kralı Priamos, yani Hektor’un babası, bir gece sarayından çıkıp gizlice düşman çadırlarına gelir. Kral, Akhilleus’a oğlunun bedenini geri vermesi için yalvardığında, gözü dönmüş Akhilleus, şaşırtıcı bir empati anı yaşar ve kendi babası oğlunu kaybetse, nasıl bir acı çekeceğini hayal eder. Gözü dönmüş katil aniden, tüm insanların paylaştığı yegane şeyi fark eder: Tanrıların aksine, hepimiz acıya ve ölüme karşı savunmasızız. Bu şefkatli anlayış, Akhilleus’u, Hektor’un cesedini geri vermeye ve Troyalılara cenaze töreni için zaman tanımaya sevk eder. Hatta şefkat duygusu o kadar yükselir ki Priamos ile oturup, her biri kendi kaybı için birlikte yas tutarlar. Birlikte yemek yerler ve bu, Akhilleus’un insanlığa dönüşünü işaret eder. Sonunda öfkenin bedelini anlayan kahraman, bunu önlemeyi de öğrenir: Hizmetçilerine, yaslı baba görmeden önce cesedi yıkayıp hazırlamalarını söyler. Acısı azaldı, artık huzur içinde uyuyabilir.

Efendim gözünüzün yaşını silin. Araya -çeşit olsun diye- biraz şefkat koyduk o kadar. Vicdansız savaşımız tüm hızıyla devam ediyor…
Güzel Helena’yı kaçırdıktan sonra ortalarda pek gözükmeyen Paris, artık korkaklığın utancından mı dersiniz, abisinin vahşice öldürülmesinden mi, yoksa nehirlerin bile cesetlerle dolup taşmasından duyduğu iğrenmeden mi bilinmez; alır eline tanrısal yayı, o kalabalığın arasında Akhilleus’a nişan alıp okunu fırlatır. O ok, gezer dolaşır, bizim yarı tanrı savaş makinesinin topuğuna gelip saplanır. Zeus taksiratını affetsin. Bu arada, buyurun sizi yeni bir ‘tanı’ ile tanıştıralım da sağlık bilimlerine bir katkımız daha olsun. İnsanların en zayıf yerlerinden birisine merhaba deyin: Akhilleus yani nam-ı diğer Aşil’in tendonu.
Çarşı iyice karıştı karışmasına ama savaşın sonu bir türlü gelmek bilmiyor. Bu iş böyle olmayacak. Kaba kuvvet, cesaret, öfke; en keskin kılıçlar, en parlak kalkanlar hiçbir işe yaramıyor. Hatta sürekli baktırılan fallarda çıkan kehanetler bile tek tek denenir: su almaya gelen hanedan üyeleri kaçırılıp öldürülür, bir umut, Akhilleus’un oğlu bulunup savaşa getirilir falan ama nafile. Sonra, kurnaz Odysseus, yine cin gibi bir fikir atar ortaya…
Sabah gün ağarır. Kuledeki nöbetçi gözlerine inanamaz; sevinçle narayı basar: Gitmişleeeer!
“Kralım, kralım hepsi kaçmış, kıyıda düşmandan kimse kalmamış. Gece ne kadar hızlı kaçtılarsa, ufukta gemilerinden tek bir iz bile yok. Yaşasın, savaş bitti, kazandık. Fakat kıyıda garip bir şey var, ata benzettim ama emin değilim.”
Bir grup asker, silahlanıp Troya’dan çıkar. Kıyıya vardıklarında, karşılarında tahtadan yapılmış, devasa bir at heykeli görürler. Kayaların arkasında da elleri, ayakları bağlı bir insan durmaktadır. Düşman ordusunun ortada olmadığını gören tüm şehir heykelin yanına gelir. Her kafadan bir ses çıkar. Kimi heykeli parçalayalım der, kimi de heykele dokunup tanrılara dua eder. Eli çözülen esir, konuşmaya başlar. “Düşman kaçtı. Giderken de tanrıların öfkesini yatıştırıp, evlerine sağ salim dönebilmek için bu heykeli adak olarak sundular” der. Troyalı bir kahin, esirin söylediklerine inanmaz. Tam bunun bir oyun olduğunu, heykeli hemen kıyıda yakmak gerektiğini söyleyip insanları ikna etmek üzereyken denizden çıkan dev bir canavar, kahini ve oğullarını denize çekip yutar. Halk korkudan dağılır. Konu kapanmıştır. Daha 10 yıllık acımasız bir savaş zaferle yeni bitmişken, tanrıları kızdırmanın gereği yok. Heykel, ganimet olarak şehre alınacak, gereken saygı gösterilecektir. Ancak bir sorun var. Heykel o kadar büyük ki, surlardan içeri sığmıyor. Olsun, bunca acının yanında, yıkılmış bir kent kapısının lafı bile olmaz. Yıkın ve heykeli içeri alın, hemen.

Gün boyunca duyulan çekiç-balta takırtıları, tencere-tava sesleri, mutfaklardan, fırınlardan ve tavernalardan etrafa yayılan iştah açıcı kokular; gece olunca, yerini lir ve flüt seslerine, yere vurulan topuklara, coşkuyla atılan naralara bırakır. Yapılan hazırlıklar karşılığını bulmuş, yaralı askerlerden beşikteki bebeklere kadar, kentteki herkesin midesi, et, ekmek ve şarapla dolmuştur. Şehir, mutluluktan sızar…
Sabahın korkmuş esiri, tüm gece eğlenip coşmuş, amforaları bir bir kafaya dikmiş gibi yapıp ağzına tek lokma sürmemiştir. Herkes sızınca gizlice yerinden kalkar. Kuleden bir meşale sallayıp işareti verir. Gemiler, Tenedos (Bozcaada) limanında saklandıkları yerden, hızlı ama sessizce hareket eder. Poseidon sağ olsun, rüzgar o kadar yardım eder ki kürekçilerin eli bile terlemez. Bu arada esir; tahta atın yanına varmış, yüksek sesle parolayı söylemiş ve gizli kapıyı açarak, atın içindeki askerleri çıkartmıştır. Gemiler gelmeden tüm nöbetçiler öldürülür. Kıyıya ulaşan gemilerden çıkan askerler, 10 yıldır yaklaşamadıkları kente, zaten yıkık olan kapıdan, kendi evlerine girer gibi girerler. Sonrası tam bir vahşet…
KENTTE TECAVÜZ, ESARET VE ÖLÜM KOL GEZMEKTEDİR
Uyuyan kentte taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayacaktır. 10 yılın birikmiş öfkesi, intikam duygusu ve adrenalinin kusursuz birleşimi ile erkeklerin hepsi kılıçtan geçirilir. Kadınlar, bir yandan tecavüze uğrarken, diğer yandan kapanın elinde kalmaktadır. Kim eve dönerken Troyalı bir cariye götürmek istemez ki? Ateşe verilen şehirde, çocuklar birer meşe odunu gibi bir bir alevlere fırlatılır: maazallah, büyüyüp de intikam peşine düşmesinler. Tapınaklara sığınanlar, kutsal heykellere sarılıp aman dileyenler, hazine karşılığında canının bağışlanmasını isteyenler, yüzlerce yıllık komşuluk hatta akrabalık bağından medet umanlar, umduklarını bulamazlar. Bu kentte artık sadece tecavüz, esaret ve ölüm kol gezmektedir.
Sabahın ilk ışıklarıyla zafer taçlandırıldı. Kent yıkıldı, herkes ganimete doydu. Altınlar, gümüşler, köleler ve cariyelerden, gemilerde adım atacak yer kalmadı. Geri dönüş hazırlıkları yapılırken Akhilleus’un ruhu ortaya çıkar. Huzur bulmak için; kendisini kandırıp savaşın ortasına çeken, dikkatini dağıtıp ölmesine yol açan Polyksena’nın yani hanedanın en genç prensesinin ölmesini ister. Genç kadın, Akhilleus’un mezarının başına getirilir ve boğazı kesilir. Arkadaş, savaşa başlamak için genç kadınları kes, bitirmek için yine genç kadınları kes. Sence bunun bir bedeli olmaz mı? Karma denilen ‘bitch’ bunun hesabını size sormaz mı?
Efendim, finale giderken çok da konuşmaya gerek yok. Soyluların çoğu savaşta öldü zaten. Kimisi dönüş yolunda telef olacak. Odysseus, tüm mürettebatını, ordusunu, sevdiklerini yolda yitirerek, hatta kendi canını zor kurtararak ancak bir 10 yıl denizlerde gezdikten sonra evine dönebilecek. Hah, şükür evime varabildim diyenler de erkenden sevinmesin. Ektikleri onları evde bekliyor.
Agamemnon malum, önceki ‘ana şiddet’ ürünümüzün içinde, ailesinin lanetinden detaylıca bahsettik. Karısı Kyltamnestra bıçaklamak için onu bekliyor. Eve dönmeyi başaran diğerleri de hiç suçluluk duymadıkları gibi arsızca para, toprak ve kadın peşinde koşmaya devam edecekler. Odysseus dönmedi ya büyük ihtimal yolda ölmüştür. Karısı Penelope dul kaldı. Hem soylu bir kadın hem de zengin topraklar sahipsiz kaldı. Haydi, gidip onunla evlenelim de soyumuza soy, servetimize servet, toprağımıza toprak katalım diye hepsi soluğu İthaka’da alacaklar.
Penelope hepsinden; açgözlülüklerinden, sinsiliklerinden, salyalı ağızlarından nefret etmektedir. Ancak bu çağ, soylu bile olsa bir kadın için doğru bir çağ değildir. Üstelik oğlu Telemakhos henüz küçük; kocasını kaybetmişken, bu vahşilerin oğlunu da öldürmesini göze alamaz. Fakat Penelope de Odysseus kadar kurnazdır. Taliplerin hepsini şanına yakışır şekilde ağırlar. Yedirir, içirir; saygıda kusur etmez. Aralarından birisini seçeceğine söz verir fakat kararı o verecektir. Zira o hem babadan hem kocadan asil bir hanedanın üyesidir. Biriyle evlenmek zorunda olmasına rağmen kocasını seçmek yasal hakkıdır. 108 açgözlü talipten bir ricada bulunur. Kocasına layığıyla cenaze töreni yapamamıştır. Bu hem tanrılara hem insanlara saygısızlıktır. O yüzden, yaşını almış kayınpederi için şanına yakışır bir kefen dokumak ister. Ancak bu kefen bittikten sonra taliplerden birisini eş olarak seçecektir. Hiçbiri bu isteğe bir şey demese de talipler de dünkü çocuk değil. Onlar da dokumanın bitmesini sabırsızlıkla Odysseus’un konağında bekleyeceklerini bildirirler. Kimsenin bir yere gittiği yok anlayacağınız.
Penelope, gündüzleri herkesin önünde dokuma yapar, gece olunca da uyumaz ve dokuduklarını sessizce söker. Günler günleri kovalar ve Odysseus sağ salim İthaka kıyılarına ayak basar. Ortalıktaki fırtına öncesi sessizliği fark ederek olan biteni öğrenme amacıyla önce çobanının kulübesine uğrar. Burada daha önce hiç görmediği oğlu Telemakhos ile karşılaşır. İkisi bir plan kurarlar. Odysseus kılık değiştirir, bir dilenci gibi kendi evine gider. Kimse tanımasa bile sadık köpeği Argos efendisini tanır. Tanrı misafiri geri çevrilmez tabii. Eline bir kap yemek verilip kapının önüne çıkartılır. Telemakhos, bu yaşlı dilenciyi büyük bir saygıyla eve geri sokar. Sanki yıllardır büyük bir hane yönetir gibi konak çalışanlarına ve annesine bağırır. “Yokluk görmüş bu insana yapılan bu saygısızlık da nedir? Siz tanrıları gücendirmekten hiç mi korkmazsınız? Bu eve gelen konuklar arasında zengin fakir ayrımı yapmak da nereden çıktı? Utanın!”
Penelope, biraz utançtan biraz da bir şeyler döndüğünün farkına vararak, hizmetçilerden bir tepsi sıcak su ister. Odysseus’un sütannesi yaşlı Eurykleia, dilencinin dizinin dibine oturur adamın ayaklarını yıkamaya başlar. Eski bir av yarasından Odysseus’u tanır. Ancak efendisine söz verir, bundan kimseye bahsetmez.
Bu arada, artık konakta sabırların tükendiğini gören Penelope, bir kurnazlığa daha başvurur. Kocasının meşhur yayını çıkartır. Kim bu yayı gerip, attığı oku 12 baltanın şaftının içinden geçirebilirse onunla evleneceğini duyurur. Hem adaletsizlik olmasın hem de yarışma heyecanından kavga çıkmasın diye konukların silahları bir bir toplanıp kaldırılır. Yarışma başlar. Taliplerin hiçbiri, bırakın oku bir yerlerden geçirmeyi, daha yayı bile geremezler. Homurdanmalar artar. Talipler gittikçe arsızlaşır. Bu arada yaşlı dilenci de yarışmaya katılmak ister. Gülüşmeler, dalga geçen kahkahalar, adamın ciddi olduğu anlaşılınca yerini öfkeye bırakır. Ancak hem Telemakhos hem de Penelope dilenciye izin verir.
ŞİDDET ATEŞTİR, KİMİ NE ZAMAN YAKACAĞI BELLİ OLMAZ
Serin bir akşamüstü. Dilenci yayı kolayca gerer, atışı başarıyla yapar ve yarışmayı kazanır. Herkes şaşkın şaşkın bakarken gizli işaret verilir. Telemakhos, Odysseus ve iki hizmetkar çoban, talipleri katletmeye başlar. İlk olarak, arsızca Odysseus’un aile yadigarı kupasından içki içen Antinous öldürülür. Sonra teker teker diğer 107’si. Silahsız ve şaşkın taliplerden hiçbiri karşı koyamaz. Avlu cesetlerle dolup taşar. Odysseus, hanesine ihanet ederek taliplerle yatan yüzsüz hizmetkar kadınlara, yaptıklarını yüzlerine vurarak cesetleri temizlettirir ve sonrasına ibret olsun diye bu kadınları dehşet içinde astırır. Evin gerçek efendisi artık tüm ihtişamıyla kendini göstermiştir; ancak Penelope kocasının gerçekten geri döndüğüne inanamaz, belki de kılık değiştirmiş bir tanrı olduğundan korkar. Onu test etmek için Odysseus’un sütannesi yaşlı Eurykleia’ya, düğün odasındaki yatağı taşımasını emreder. Odysseus, bunun yapılamayacağını söyler. Çünkü yatağı kendisi yapmıştır ve yatağın bacaklarından biri canlı bir zeytin ağacı olduğunu için bir yere taşınması imkansızdır. Penelope, sonunda onun gerçekten kocası olduğunu kabul eder. Gördüğünüz gibi şiddet ateştir, kimi ne zaman yakacağı belli olmasa da mutlaka herkesin öyle ya da böyle yanacağı kesindir.

Kırmızı Figr Krater,
Louvre Müzesi,
MÖ 330
Efendim, buyurun: yıllarca demlenmiş ikinci ‘ana şiddet’ ürünümüz böyledir. Her bir malzemesi eşsiz, lezzeti benzersizdir. Karar verebildiniz mi? Hangilerini istersiniz? Siz, başlangıç, ara sıcak ve ana şiddet seçiminizi yaparken, ben de kısaca içecek, meze ve tatlılarımızdan bahsedeyim.
İçecek olarak; Sokrates marka baldıran zehri, Herakles marka ‘Larnae Ejderinin’ zehri ile tatlandırılmış at adam kanı, Medea marka ‘kendi oğlunu bile unutturan’ büyülü iksir ve tabii ki Dionysos marka ‘kendi oğlunu asma kütüğü zannettiren’ şarap alabilirsiniz. Hayır, ne yazık ki Olymposluların ölümsüzlük veren Nektar’ı, gıda kodeksi yönetmeliğine uymadığı için satılmamaktadır.
Meze olarak da bir kehanet yüzünden öz babasını öldürüp kendi annesi ile evlenen ve bunu yıllar sonra öğrenip kendi gözünü kör eden Oidipus’u öneririm. İsterseniz, babası ile yatma arzusu duyan, onu uyuşturup günlerce birlikte olan ve babasından hamile kalan Kıbrıs Prensesi Myrrha da alabilirsiniz. Ya da heykeltıraş Daidalos’a bir inek heykeli yaptırıp içine giren ve böylece Girit Boğası ile birleşip ondan yarı boğa yarı insan Minotauros’u doğuran kraliçe Pasiphae de verebilirim. Hepsi tazeliğini korumaktadır.
TEK ÇEŞİT TATLI: GLADYATÖR DÖVÜŞLERİ
Tatlı olarak tek çeşidimiz var. Bu alanda ustamız olmadığı için tatlıyı dışarıdan, geçmiş tarihten getirtiyoruz. Ama merak etmeyin, lezzeti o kadar bilindik ki hala hem evlerde el yapımı olarak hem de ticari ve kamusal işletmelerde seri şekilde üretilmeye devam ediliyor. Dünya yok olsa, Mars’a taşınsak, yine bu tatlıdan kimse vazgeçmez. Adı ne mi? Gladyatör dövüşleri efendim. Silahla, kılıçla, bıçakla, usturayla, falçatayla veya futbol topuyla olması fark etmez. Tüm farklılıklar birbirini öyle ya da böyle dövmek zorunda. Neme lazım, ya aynı olduklarını fark edip birleşirlerse? Efendim, bu tatlının mucidi Romalılar. Tabii o zaman imkanları başka: illa bir Afrikalı, bir Trakyalıyla dövüşecek diye bir şart yoktu. Farklı ülkelerden köleler, gönüllü savaş çılgınları ya da açlıktan kendini burada bulanlar hariç; Nil Timsahı olsun, Asya Kaplanı olsun, Kafkasya Kurdu olsun, malzemesi bol oluyordu. Şimdi aktivistler rahat bırakmıyor, hayvanları falan kullanamıyoruz. Ama sağ olsunlar, bu işin hastası çok. Kendilerine bir de hepsi ayrı ayrı isim veriyor, her milletten gönüllü insan bulmak çok kolay oluyor. Aryan halk mı? Yok biz ondan koymuyoruz, ithal ürün kullanmıyoruz. Burada iklim çok müsait olduğundan, denizin iki yakasında da kendi ırkçımızı yetiştiriyoruz. Evet, organik.

Buyurun efendim, siparişleriniz. Afiyet olsun. Bu arada, bireysel müşterilerimiz için Helen Mitolojisi içerikli günlük menümüz sabit ama toplu organizasyonlarınız için etkinliğe özel farklı coğrafyalardan spesiyaller hazırlayabiliyoruz. Tabii önceden sözleşme yapmak kaydıyla. O organizasyonumuz da çok tutuluyor. Özellikle yüksek sezonda boş gün bulmak bile neredeyse imkansız.
Neler mi yapabiliyoruz? Efendim, Firavun paketimiz var. Kurumlar, özellikle de belediyelerimiz çok tercih ediyor. İçinde mobbing var, ayrıca mesela sürekli masa değiştirtiyoruz, siparişinizi geciktiriyoruz, sizle hiç ilgilenmediğimiz bile oluyor. Üstelik, firavun ölünce yani baştaki değişince tüm çalışanlarınız da onunla birlikte mezara… Enfes değil mi?
Başka başka; inanç paketimiz var, kılık kıyafetinizden başlayıp tüm tercihlerinizi biz belirliyoruz. Yabancı paketi var; meşhur sözü bilirsiniz: “Hey dostum, biz burada yabancıları sevmeyiz”. Vallahi biz çok seviyoruz, çok kazançlı bir paket! Sonra, Cinsiyet paketimiz, siyasi paketimiz, akraba paketimiz hatta dost paketimiz bile var. Neyse siz şimdilik masanızın keyfine bakın, öyle bir talebiniz olursa, ayrıntılı şekilde dosya sunumu yaparız. Hah unutmadan, en pahalısını da söyleyeyim, malum şirket politikamız, gözde ürünümüzden bahsetmemek olmaz: Fetih paketimiz. Herkesin bu dünyada eşit olduğunu, dünyanın hepimiz için olduğunu size unutturup; gücünüz kime, neye yeterse ona sahip olma arzunuzu tetikliyoruz. Böylece yalın, temelden bir şiddet doğuyor. Artık gerisi size kalmış. Nereye kadar gidebilirsiniz ya da kimleri kendinize inandırabilirsiniz bilemem. Aa, öyle demeyin. Bu paket ile çok başarılı olanlar var; Romalılar bile, ikiz kardeşi Remus’u Roma’nın temellerinde öldüren Romulus’a saygı duyup onunla övünmüyorlar mıydı?
Bahşiş mi, çok teşekkürler. Hiç gereği yoktu. Ama illa da bırakmak isterseniz: Çocuğunuza akranlarına zorbalık yapmayı, ailesi ve sevdiklerine kötü davranmayı öğretebilir, cinsiyet ayrımını körükleyebilir ve geleceğe bir kötülük de siz yapabilirsiniz. Bizzat kendiniz küçük hırsızlıklar yapabilir, adam kayırabilir, sağlıksız ürünler üretebilir, her şeyi kendi çıkarınıza göre değiştirebilir; yere çöp atmak, çevrenizdeki herkesin tercihlerine karışmak hatta arabanızı kafanıza göre istediğiniz şekilde park etmek gibi çeşitli, minik suçlar işleyebilirsiniz. Zira bunların hepsi, bugün olmazsa bile yarın şiddeti doğurur. Görüşürüz efendim. Çok memnun olduk. Yine bekleriz…
İLYADA, ŞİDDETİ KUTLAYARAK YALNIZCA KENDİMİZİ YENDİĞİMİZİ HATIRLATIR
Buraya kadar lafın eğrisini konuştuk sevgili okur. Şimdi sıra lafın doğrusunda. Onu da söylencelerden bulup çıkaralım ki bilgimize ihanet olmasın.
Akhilleus’un yaşadıkları aslında, öfkemizi alevlendirmeye çalışanlara karşı bizi uyarır. Öfke bizi, insandan daha aşağı bir şeye dönüştürür ve görüldüğü gibi gerçek bir teselli sağlamaz. Kendimize ve sevdiğimiz ya da hiçbir duygumuzun olmadığı, tanımadığımız insanlara zarar vererek aptalca, yok edici şeyler yapmamıza neden olur. Öfke, incinmiş veya haksızlığa uğramış hissettiğimizde doğal bir tepki olabilir, ancak İlyada, olması gerektiği gibi, bize, şiddeti kutlayarak yalnızca kendimizi yendiğimizi hatırlatır.
Bu yolda yenilmek şereftir.
Söylencemiz sürecek. Viya Böyle!
*Öğr. Gör. Selim Martin, Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü